Yıldırım Beyazıt 1354 yılında Edirne’de doğdu. Babası Murad Hüdavendigâr, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Yıldırım Beyazıt yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten ve hızlı hareket etmesinden dolayı ona ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştı.
Çocukluğunu Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük âlimlerinden dersler aldı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murat Hüdavendigâr’ın vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.
Sırbistan’ın başında, Kosova Savaşında ölen Kral Lazar’ın oğlu Stefan Lazareviç vardı. Barış antlaşması için geldiği Edirne’de kız kardeşi Olivera’yı Beyazıt’a verdi. Bu evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kuruldu. Yıldırım Bayezid, Timur’la yaptığı Ankara Savaşı’nda yenildi ve esir düştü. 13 yıl süren saltanatı sonunda esaretinin başlamasından 7 ay 12 gün sonra 1402 yılında vefat etti.
Erkek çocukları: Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi
Kız çocukları: Fatma Sultan
Yıldırım lakabı ile bilinen Yıldırım Beyazıt’ın ayrıntılı hayatı.
YILDIRIM BEYAZIT’IN HAYATI (1389 - 1402) - 1. Beyazıt Kimdir?
Yıldırım Beyazıt (1354-1403) yılları arasında hüküm süren dördüncü Osmanlı Sultanı. Girdiği harplerde gösterdiği cesâret ve manevra kâbiliyetinin son derece sür’atli olması dolayısı ile kendisine askerlerce «yıldırım» lakabı verildi.
Babası Murât Han’ın Kosova meydanında şehît olurken yaptığı vasiyeti üzerine tahta geçti.
YILDIRIM BEYAZIT DİYARI
Kazanılan bu büyük zaferin neticelerini alabilmek için ilerlemeye devâm eden I. Beyazıt, birçok yeni beldeler fethetti. Bunların arasında meşhûr Üsküp de bulunmaktaydı. Bunu şâir şöyle anlatır:
Üsküp ki, Yıldırım Beyazıt Han diyârıdır;
Evlâd-ı fâtihâna ânın yâdigârıdır...
........
Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesidir dökülmüş temiz kanın...
Beyazıt Han’ın bu ilerleyişi esnasında kendi cülûsunu tebrîke gelen elçilere:
“–Roma’ya kadar ilerleyeceğim!..” demesi, O’nun İslâm’ın şevket ve izzeti yolunda kendisi için çizdiği o büyük ufku göstermektedir.
O, akıllara durgunluk verecek cesâret ve şecâati yanında siyâsî sahada da son derece mahâret sahibiydi. Bizans’ın taht çekişmelerinden istifâde etmesini gâyet iyi bildi. Hattâ hapisteki bir şahsı tahta, tahttakini hapse gönderebilecek derecede müessir oldu. Bu siyâsî dehâsıyla yaptıklarına mukâbil olarak da, Bizans’dan aldığı haracı arttırdı. Ayrıca Bizans’a bir câmî inşâsını ve orada yaşayan Müslümanlar arasındaki ihtilâflara bakacak şer’î bir mahkeme kurulmasını te’mîn etti.
Şâyân-ı hayrettir ki Yıldırım, yine bu siyâsî dehâsı sebebiyle Alaşehir’in üzerine yürüdüğünde, orayı Bizanslılardan yine bizzat Bizanslılar’ı kullanarak kendi adına fethettirdi. Bu hâdise, târihin kaydettiği ender vak’alardan olup Yıldırım Beyazıt Han’ın i’lâ-yı kelimetullâh yolunda adâlet ve firâset üzre sahip olduğu ihtişâm ve izzeti; binbir zulümle ayakta durmaya çalışan Bizans imparatorunun da içinde bulunduğu zilleti gösterir.
ANADOLU BİRLİĞİ
Dış siyâsetinde birçok olağanüstü başarılar sergileyen Beyazıt Han, Anadolu birliği yolunda da büyük adımlar attı. Beyliklerin en büyüğü olan Karamanoğulları’nın büyük bir kısmını Osmanlı’ya ilhâk etti. Ancak bu ilhâk, ahâlînin kendi isteğiyle gerçekleştirilmiştir. Nitekim Âşık Paşazâde bu hakîkati şöyle anlatır:
“... Beyazıt Han, Konya önlerine geldiğinde, şehrin kapıları kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telaşla kaleye sığındığı için bunları içeri alabilmeleri mümkün olmamıştı. Bunu gören Yıldırım Han’ın askerleri, hisâr dibine yaklaşarak Konya halkına seslendiler:
“–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!” dediler.
Halktan birkaç kişi:
“–Bakalım dedikleri doğru mu?” diyerek kaleden çıkıp Osmanlı ordusunun yanına geldi.
Durumdan haberdar olan Beyazıt Han, her ihtimâle karşı askerlerine şu tâlimatı verdi:
“–Bunlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Sakın ola kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riâyetkâr olun; arpa sahipleri, kendi muradlarınca satsınlar!..” dedi.
Böylece gelenler, kendi arzuları istikametinde ve talep ettikleri fiyata satış yaptılar. Akçelerini de alarak hiç ummadıkları büyük bir memnûniyetle kaleye döndüler. Konya halkı, bu gözler yaşartan adâlet ve insanlığı görünce, şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar açtı ve Osmanlı’yı içeriye buyur etti. Bu hâdiseyi duyan etraftaki diğer bazı şehirler de, elçiler gönderip Osmanlı’yı beldelerine dâvet eylediler:
“–Buyurun, gelin! Şehirlerimizi sizler idâre edin!” dediler.
Anadolu’nun mü’min ve temiz halkı, şâirin:
Velîdür her ne “han” kim âdil olsa,
Değül ayıp, cihân âna kul olsa..
;Süleymân adl edüp tutdu cihânı,
Süleyman mislüdür han âdil olsa...
mısrâlarındaki inceliği kavramış olarak, âdetâ Osmanlı’yı cân ü gönülden kucaklıyordu.
Târihin bile gıptayla seyrettiği bu kucaklaşma, Osmanlı adâletinin, kılıcıyla başbaşa yürüdüğünün ve bu yüksek adâletin, Osmanlı’daki satvet ve ihtişâmı artırdığının en bâriz bir tezâhürüdür. Yâni Osmanlı, o yüce azamet, satvet ve ihtişâmını, mızrak ve süngülerin üzerinde değil, halkın ve milletin kalbindeki sevgi ve muhabbetlerin üzerinde inşâ eylemiştir.
NİĞBOLU’YA DOĞRU
Bu arada Osmanlı’nın iyice gelişip güçlenmesinden bütün Hıristiyanlık âlemi tedirgin olmaya başladı. Nihâyet büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Osmanlı’yı bertaraf edip Bizans’ı kurtarmak ve Müslümanların elinde bulunan Kudüs’ü fethetmek gibi gâyelerle teşkîl edilen bu müttefik haçlı ordusu, hemen harekete geçerek Osmanlı topraklarına girdi ve Tuna nehri kıyısındaki Niğbolu kalesini kuşattı.
Bunu haber alan Yıldırım Bayezit, adına yakışır bir hızlılıkla Niğbolu önlerine geldi. Hattâ kaleyi teslîm etmemelerini bildirmek için gece yarısı tek başına atına binerek düşman saflarının arasından ustalıkla geçti ve surların dibinden kale kumandanına seslendi:
“–Bre Doğan! Bre Doğan!..”
Sultan’ın sesini tanıyan Doğan Bey, büyük bir şaşkınlıkla derhal burçların üzerinden cevap verdi:
“–Buyurunuz şevketlüm!..”
Sultan Yıldırım Bayezit Han, kısa tâlimâtını bildirdi:
“–Doğan! Ordumla birlikte geldim! Sakın ola kaleyi teslîm etmeyesin!” dedi ve sür’atle geri dönerek karanlıkların arasında gözden kayboldu.
NİĞBOLU ZAFERİ
Ertesi gün kalabalık haçlı ordularıyla yapılan kanlı muhârebe, Yıldırım Han’ın kesin gâlibiyetiyle neticelendi. Bu haçlı ordusuna büyük-küçük bütün Avrupa devletleri asker vermişti. Bunlar arasında onbin Fransız şövalyesi vardı ki: «Gökler yıkılsa, mızraklarımızla tutarız!» diye övünmüşlerdi. Lâkin çoğu kılıçtan geçirilen bu şövalyelerin mağrûr reisleri Jan bile esîr olmaktan kurtulamadı. Haçlılar, Osmanlı’nın îmânla yoğrulmuş hamleleri karşısında eriyip tükendi. O gün Yıldırım Bayezit, vücûdunun çeşitli yerlerinden yaralandığı gibi atının da yaralanması üzerine yere düşmüştü. Ancak O, bunlara aldırmayıp yeni bir ata bindi ve harbi bütün kudretiyle idâre ederek zafere ulaştı.
Yıldırım Bayezit’in, Müslüman milletler adına haçlılarla tek başına yaptığı Niğbolu harbindeki büyük zaferi, Hıristiyan Avrupa devletlerine karşı elde edilen en büyük muvaffakıyetlerden biridir.
SULTAN-I İKLİM-İ RUM
Bu zafer münâsebetiyle Mısır’daki Abbasî halîfesi, Yıldırım Bayezit’e, tebrîk için bir mektûb gönderdi ve ona «Sultân-ı İklîm-i Rûm» diye hıtâb etti.
Yıldırım Bayezit, Niğbolu zaferinde birçok asilzâde ve şövalyeyi de esîr almıştı. Esîrlerin arasında yukarıda söylediğimiz gibi Fransızların meşhûr şövalyesi korkusuz Jan (Jean) da vardı. Yıldırım Bâyezîd Han, onları, fidye karşılığı serbest bıraktı. Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün hepsine bir ziyâfet verdi. Bütün şövalyeler, Sultan’ın bu insânî muâmeleleri karşısında kendilerinin esirlere yaptığı fenâ davranış ve zulümleri düşünerek son derece mahcûb kaldılar ve:
“–Şu andan itibaren Anadolu ve Rumeli’nin Hakanı Yıldırım Beyazıt Han’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza dâir namus ve şerefimiz üzerine yemîn ediyoruz!..” dediler.
İHTİŞAM VE CESARET ABİDESİ
Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine Osmanlı’nın ehl-i küfre karşı ihtişâm ve cesâret âbidesi olan koca Sultan Yıldırım Bayezit Han, gür sesi ile şövalyelere şöyle hıtâb etti:
“–Avrupa’da korkusuz lakabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dâir etmiş oldukları yemînleri geri iâde ediyorum. Gidiniz; yeniden ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz bana bir kez daha zafer kazanmak imkânını verecektir. Zîrâ ben, Allâh’ın dînini yüceltmek üzre Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için dünyâya gelmiş olduğumun şuûrunda bir sultanım. Bu itibarla Hazret-i Allâh’ın yardım ve nusreti bizimledir. Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allâh’dır, elbette onu yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!..”
İşte bu ihtişâm ve adâlet karşısında yalnız o ziyâfete katılan şövalyelerin değil, bütün dünyânın gözleri kamaşmıştı. Nitekim birçokları gibi Salona piskoposu da, Sultan Bayezit’i memleketinin zulümden kurtarılması için dâvet etti. Yunanistan’ın fethi böylece gerçekleşti.
EMİR SULTAN HAZRETLERİNİN KERAMETİ
Yıldırım Beyazıt ile Emîr Sultan Hazretlerinin karşılaşmaları çok ibretlidir:
Rivâyetlere nazaran Emîr Sultan, Bursa’ya geldiğinde Yıldırım Bayezit Han, Macaristan seferinde idi. Yapılan harbin çok şiddetli olması dolayısıyla asker arasında birçok yaralı vardı. Ancak nûr yüzlü bir genç, onların yaralarını sarıyor ve kendilerine duâ ediyordu. Yıldırım’ın kendisi de yaralanmış olduğundan bu nûr yüzlü gence içinden akan bir muhabbetle seslendi:
“–Ey yiğit! Benim de kolumda yara var; sarıver!..” dedi.
Emîr Sultan, cebinden çıkardığı bir mendille Sultan’ın yarasını sardı ve askerlerin arasında kayboldu.
Bütün askerler, kısa bir müddet içinde yaralarının tamamen iyileşmiş olduklarını görünce, büyük bir hayretle durumu Sultan’a ilettiler. Bunun üzerine Yıldırım Han, kolundaki yarayı merak ederek mendili açınca, kendisinin de sıhhate kavuştuğunu görüp şaşırdı. Ayrıca koluna sarılan o mendilin yarısı kesilmiş bir nişan mendili (gelinin damada hediye ettiği mendil) olduğunu farkederek hayreti bir kat daha arttı... O genci ne kadar arattıysa da bulduramadı.
Aynı seferde devâmlı ilerleyen Osmanlı ordusu, bir kalenin fethinde de hayli güçlük çekmiş, pek çok asker zâyiat vererek zor durumda kalmıştı. Sultan Yıldırım Bayezit, neredeyse kalenin düşmesinden ümîdini yitirmek üzereydi ki, birden kale kapılarının ardına kadar açıldığını gördü. Hattâ açan kimseyi de hayâl-meyâl farketti. Sanki bu da, yaralarını saran o nûr yüzlü genç idi. Bu hayret veren manzara karşısında Yıldırım Bayezit, derhal hücûm emri vererek fethi gerçekleştirdikten sonra o mâneviyât yiğidini arattırdı, ancak önceki hâdisede olduğu gibi yine bulduramadı. Böylece kendisine iki defa en zor anlarında yardım eden o nûr yüzlü genç, gönlünü merak hisleriyle dolduran bir muammâ oldu.
Aradan günler geçip Osmanlı ordusu muzaffer olarak Bursa’ya döndüğünde karşılayıcılar arasında o sırada Yıldırım’ın kızı ile evlenmiş bulunan Emîr Sultan Hazretleri de vardı. Bayezit Han, atından inip Emîr Sultan ile musâfahalaşırken O’nunla gözgöze geldi ve bu genç zâtın harp meydanında yaraları saran kimse olduğunu anladı ve mânidâr bir şekilde:
“–O el çabukluğu ne idi?” dedi.
Emîr Sultan, tevâzu ve mahviyet içinde:
“–Sultanım! Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan: «Allâh’ın kudret eli, onların elleri üzerindedir!» (el-Feth, 10) beyânı vechile Allâh için hiçbir güçlük yoktur!..” dedi.
Yıldırım tekrar sordu:
“–Ya o mendil?!.”
Emîr Sultan Buhârî Hazretleri, tebessümle cevap verdi:
“–Devletlü babacığım! Yarısı cebimdedir. Ben de damadınız Şemsüddîn Buhârî’yim...”
Bundan büyük memnûniyet duyan Sultan Bayezit Han, Emîr Sultan’ın nûrlu çehresine bir daha baktı ve:
“–Kale kapısını açan o yiğit de sendin değil mi?” dedi.
Emîr Sultan, bu suâle tatlı bir sükût ile mukâbele etti. Sonra biri dünyâ, diğeri Âhiret sultanı olan bu iki büyük şahsiyet kucaklaşıp Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürde bulundular.
İSTANBUL’U FETHETME GAYESİ
Her Müslümân fâtih için ideal olan İstanbul’u fethetme gâyesi, Yıldırım Beyazıt Han’ın da en büyük arzusu idi. Bu yolda takdîre şâyân gayretleri oldu.
Dört kez İstanbul’u kuşattı. Dördüncü kez yaptığı kuşatmada Bizans, olgun bir meyve gibi ellerine düşmek üzereydi. Zîrâ Fâtih’in fethettiği şartlardan daha uygun şartlara sahip bulunan Yıldırım, bunu değerlendirmiş ve fethe iyice yaklaşmıştı. Fetih, çok kolay bir şekilde gerçekleşecekti. Ancak o sırada Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlayan Timur gâilesi, bu büyük ve kudsî teşebbüsü akîm bıraktı. Zîrâ Timur, Osmanlı ile arasındaki bir iki anlaşmazlığı bahâne ederek aslında kuru bir cihangirlik adına Anadolu’ya girmişti. İslâm’ı yüceltmek yolunda ilerleyerek muhteşem bir mevkîe yerleşmiş bulunan Osmanlı’yı yenmek sûretiyle kendi şöhret ve azametini artırmak niyetinde idi. Öyle ki, bu nefsânî maksad uğruna kazandığı zaferden sonra aklen mâlûl bulunan Fransa kralına yazdığı bir mektupta Osmanlı’yı ortak düşman îlân etmesi, gâyet düşündürücüdür.
ANKARA SAVAŞI’NIN NEDENLERİ
Târihî bir gerçektir ki Timur, Osmanlı’yla harp etmek husûsunda büyük ölçüde papalığın tahrîkine kapılmıştır. Bu tahrîk direk olarak değil, yanına Müslüman kılığında sızmış bulunan casuslar vâsıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu casuslar, zâhirde Timur’un aşırı taraftarı gibi görünmüşler, böylelikle gizliden gizliye yaptıkları casusluk faâliyetlerinde başarılı olmuşlardır.
Niğbolu hezîmetini bir türlü hazmedemeyen, ancak elinden de bir şey gelmeyen Papa, Hıristiyan âleminin rahat nefes alabilmesi için Timur’u sürekli olarak Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu tahrîke kapılmak, hamâkatten başka bir şey değildir.
Tahrikçilerin diğer kanadını Bizans teşkîl eder. Bütün bunlara beyliklerin bitip tükenmez hırsları da eklenirse, Timur’un, dört bir yandan gelen tahrîklere hangi sâikle kapılmış olduğu rahatça anlaşılır.
Bu tahrîklere kapılış ise, Timur’un rûhunu sarmış bulunan benliği ortaya koymaktadır. Eğer Timur, fütûhata niyetlendiğinde evvelâ kendi benliğini fethetmiş olsaydı, yâni bir nefis tezkiyesinden geçseydi, vukû bulan hâdiselerin istikâmeti bambaşka olurdu. Yâni Timur, benliğini yenememiş ve dünyânın hâkimi olma yolunda «Osmanlı da kim oluyor?» düşüncesiyle hareket etmiştir. Zîrâ iki tarafın arasının açılmasına sebep olan istekler, devamlı Timur’dan gelmiş, yine ordusunu peşine takarak rakîbinin üzerine yürüyen Timur olmuştur.
Osmanlı üzerine yaptığı seferde Timur, etrafında bulunan kıymetli ulemâ ve umerânın sözlerini ve îkâzlarını duymaz bir hâldeydi. Zîrâ onların re’yi, ekseriyetle Müslümanlar arasında ehl-i küfürle yaptığı gazâlar sebebiyle büyük muhabbet kazanmış olan Osmanlı’yla harp etmenin yanlış olduğu yolunda idi.
Timur, o zamanın tankları olan fillerle Sivas kalesini muhâsara ettiğinde kalede bulunan Yıldırım Bayezit’in oğlu Şehzâde Ertuğrul, şehir eşrâfını topladı ve onlara şöyle dedi:
“–Benim vazîfem sizleri muhâfaza etmek yolunda gayret sarfetmektir. Timur’un kuvvetleri kıyas edilemeyecek derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi şânımıza yaraşır bir şekilde müdâfaa etmektir. Biliniz ki Timur, bizim cesedlerimizi çiğnemeden aslâ bu şehre giremez...”
Bu sözlerinin ardından Şehzâde Ertuğrul, dediği gibi hareket etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz bir mukâvemet gösterdi. Kahramanca vuruştu. Ancak sel gibi akan bir ordunun önünde cengâverleriyle birlikte nihâyet şehâdet şerbetini nûş eyledi.
Şehzâdeyi bertaraf eden Timur, kaledekilere, teslîm olurlarsa kimsenin kanını dökmeyeceğine dâir haber yolladı. Fakat bu söze güvenerek teslîm olan bütün kale müdâfîlerini hunharca öldürdü.
Durumu haber alan Yıldırım Bayezit, hem bir kalenin düşmesi hem de birçok yiğitle birlikte evlâdını kaybetmenin acıları içerisinde derin bir mâteme büründü. O sırada Uludağ sırtlarındaydı. İleride hiçbir şeyden haberi olmayan bir çoban, kavalıyla içli içli havalar çalmaktaydı. Koca Sultan, bir müddet kavalı dinledikten sonra çobana derin bir teessür içinde:
“–Çal, çoban çal!.. Keyf de senin, rahatlık da senin... Ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi yiğit evlâdın mı öldü?.. Çal, çoban çal!..” dedi ve ardından atını hızla Bursa’ya doğru sürüp gitti.
Bayezit Han, Timur’un mektuplarına her ne kadar sert mukabelelerde bulunduysa da, gerçekte buna ve daha sonra harbe Timur tarafından mecbûr bırakılmış bulunmaktaydı. O’nun, Sivas muhâfızı Malkoçoğlu Mustafâ Bey’e söylediği şu sözler, bunu gâyet açık bir şekilde ifâde eder:
“–Malkoç Bey! Bunca insanı, husûsiyle de âlemden habersiz çocukları dahî feryâd ü figân ve iniltiler içinde helâk eyleyen Timur gibi zâlim ile benim sulh yapacağımı hatırına bile getirme!..”
Yıldırım Beyazıt’in başına gelen en tâlihsiz hâdise, hiç şüphesiz ki muhteris bir hükümdar olan Timur ile yaptığı Ankara Muhârebesi’dir. Bu muhârebe, Osmanlı’nın hazîn mağlûbiyeti ile neticelenmiş ve acı bir fetret döneminin başlangıcı olmuştur. Kuru bir inatlaşmanın neticesi, bütün Anadolu tekrar eski karışıklığa düşmüş ve batıda yapılan İslâm fütûhâtı bir müddet için de olsa durmuştur. Bu itibarla Timur, her ne kadar şahsî hayatında dindâr bir hükümdar olsa da bu inatlaşmanın sonunda yaptığı işler, hiç de bir Müslümanın inanış ve hissiyatıyla bağdaşır bir iş değildir. Zîrâ Sivas’ta insanları dehşetli bir şekilde öldürmesi ve benzeri davranışları, hiçbir mâzeretle te’lîf edilemez.
OSMANLI’YI 50 YIL GERİYE ATAN FELAKET
Diğer taraftan Timur gâilesi, Osmanlı’nın batıdaki fütûhâtını en az elli yıl geriye atan bir felâkettir.
Takdîr edilir ki, bir âile reîsinde benlik olsa, bu menfî husûsiyet, sadece âile fertlerine zarar verir. Ancak bir devletin başında bulunan kimselerde en ufak bir benlik bulunduğu zaman, bu da, büyük bir millet kitlesinin zarar görmesine ve toplum fâciâlarına sebep olmaktadır.
İşte Timur’daki husûsiyet de bu benlikten başka bir şey değildir. O, «Bütün cihâna ben hâkim olacağım» gâyesiyle hareket etmiştir. Yoksa Osmanlı’yla arasında çıkan ihtilâflar, o kadar büyük mes’eleler değildir.
ANKARA SAVAŞI NEDEN KAYBEDİLDİ?
Hâl böyleyken Ankara mağlûbiyetine bakarak Yıldırım Bayezit’in müstesnâ şahsiyeti hakkında yanlış değerlendirmeler yapmak da doğru değildir. Üstelik bu harbi kaybettiren sebep, Yıldırım’ın dirâyetsizliği değil, Selçuklu’nun dağılışından o güne kadar devamlı bir sûrette liderlik hırsıyla birbirleriyle çekişen Anadolu beylerinin yine aynı hırsla Sultan’a ihânet edip karşı tarafa geçmeleridir. Yoksa bu ihânetten evvel Yıldırım’ın, çok açık bir şekilde harbi üstün olarak sürdürdüğü, gâlibiyyete iyice yaklaşmış olduğu târihî bir gerçektir. Hattâ harbin ilk altı saatindeki Osmanlı üstünlüğü karşısında Timur, bir ara îtidâlini kaybetmiş ve dizüstü çökerek sulh talebine karar vermişti. İşte tam bu esnâda bir hayli uğraşıp da neticede câzib vaadlerle kandırabildiği bir kısım Anadolu beylerinin Yıldırım’a ihâneti, imdâdına yetişti ve harp kendi lehine döndü. Bu gerçeği Timur:
“–Bu dervişler döğüşmede kusûr etmediler.” diyerek îmâ ile de olsa itirâf etmekten kendini alamamıştır.
Diğer taraftan onun bu ifâdesi, büyük bir hakîkati anlatmakta, yâni Osmanlı’nın bir “Gâzîler Devleti” olduğu telâkkîsinin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Nitekim bu telâkkî dolayısıyladır ki, Timur, zaferi kazanmış olduğu halde, üstelik Yıldırım Bayezit Han’ı da esîr almış bulunmasına rağmen Osmanlı ordusunu imhâ edememiştir. Ganîmetler hariç, milletine hiçbir şey kazandırabilmiş değildir. Timur’un benliği, büyük bir savaşa sebebiyet vermiş ve ardından gözü yaşlı binlerce yetîm, dul ve mazlûm bırakmıştır. Girdiği beldelerdeki halkların Müslüman oluşlarına dahî aldırmayan Timur’un, nâmus, şeref, mal-mülk v.b. husûslarda ahâlîye yapmadığı zulüm kalmamış, özellikle Bursa’da taş üstünde taş bırakmayarak Osmanlı’nın bütün târihî vesîkalarını yaktırmıştır ki, bu büyük bir cinâyettir.
Bu itibarla Timur ve Yıldırım karşılaştırıldığında Yıldırım’ın ondan çok çok üstün bir sultan olduğu âşikârdır. Zîrâ Timur’un devleti, Ankara zaferine rağmen on sene içinde dağılıp gitmiştir. Yâni Timur, Osmanlı’dan daha yüksek bir medeniyeti temsîl etmediği için işgal ettiği yerlerden sadece sel suyu gibi gelip geçmiştir. Kalıcı olamamıştır. Hattâ kendisinden sonra devleti dağılmıştır. Yerine kalan İlhanlılar da, varlıklarını çok uzun sürdürememişlerdir. Buna mukâbil, Yıldırım’ın ardından bıraktığı devlet ise, on sene içinde derlenip toparlanmış ve yeniden dipdiri bir fetih devleti hâline gelmiştir.
OSMANLI’NIN EN BÜYÜK HUSUSİYETİ
Bunun sebebi de, Osmanlı’nın, Edebali silsilesi tarafından atılan mânevî temellerindeki sağlamlıktır. Nitekim Edebali silsilesinin mübârek elleriyle yoğrulan Osmanlı’nın en büyük husûsiyeti; «Ben baş olacağım!» dâvâsı gütmemiş ve bu uğurda Müslüman kanı dökmemiş olmasıdır. Bu husûs çok mühimdir. Anadolu’daki diğer beylikler ise: «Selçuklu’nun yerine ben kalacağım; Anadolu birliğinin başı ben olacağım!» diye birbirleriyle sürekli harp etmişlerdir. Oysa Osmanlı, ehl-i küfürle harbi tercîh etmiş, hizmetlerini nefislerine değil, dîn-i mübîne tahsîs kılmışlardır. Dolayısıyla Osmanlı’nın sür’atli bir şekilde yükselmesinin en büyük sebeplerinden biri budur.
Yâni Osmanlı, «hurra...» sesleriyle gelen bir gürûh ile harbetmeyi tercîh etmekle, İslâm’daki cihâd rûhuna muvâfık hareket etmiş, bu sebeple Müslüman kitleler tarafından devamlı destek görmüştür. Diğer Anadolu beylikleri ise, birbirleriyle mücâdele etmişler, ancak her iki taraf da «Allâh, Allâh» sesleriyle üzerine gelenlerle harbettiğinden teb’aları tarafından takdîr ve tasvip görmemişlerdir. Dolayısıyla beyliklerin halkları, vicdânen rahat olamamış ve alttan alta Osmanlı’ya iltihâk etmiştir. Bu iltihâkı câzipleştirmede en çok muvaffak olan sultanlardan biri de hiç şüphesiz Yıldırım Bayezit’tir.
Dolayısıyla ifâde etmelidir ki, eğer Ankara mağlûbiyeti olmasaydı, herhalde Bayezit Han’a yapılan birtakım yanlış isnâdlar, vâkî olmayacaktı. Şu halde Yıldırım hakkında söylenen birtakım şahsî kusurları da bu zâviyeden mütâlaa etmek gerekir.
YILDIRIM BEYAZIT’IN ŞAHSİYETİ
Nitekim o dönem meşhûr şâir ve târihçilerinden Ahmedî, “Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osmân” adlı eserinde şöyle der:
“Yıldırım Beyazıt Han, babası ve dedesi gibi âdil ve kâmil bir Sultandı. İlim ehlini sever, onlara izzet ve ikrâm eylerdi. Âbid ve zâhid kimseleri ziyâde hoş tutardı. Kendi zühdü de âşikârdı. Gece gündüz tâat ile meşgûl idi. Eline içki kadehi bile almamış, hattâ çeng ve ney dahî dinlememiştir. O, Ömer -radıyallâhü anh- adâletinde bir şâh-ı Osmânî’dir.”