Sultan Abdülaziz nasıl tahttan indirildi ve nasıl şehit edildi? Sultan Abdülaziz’in hayatı, dönemi, ıslahatları ve ölümü...
Hamleci rûhuyla devletin inkırâzına “dur” diyebilen mazlum ve şehîd pâdişah Sultan Abdülaziz Han (1830-1876) 32. Osmanlı pâdişâhıdır.
KISACA SULTAN ABDULAZİZ KİMDİR?
Sultan Abdülaziz 8 Şubat 1830 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan İkinci Mahmud, annesi Pertevniyal Valide Sultan’dır. Elâ gözlü, beyaza yakın kumral tenli, sert bakışlı ve top sakallıydı.
Ağabeyi Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 günü tahta çıktığında 31 yaşındaydı. Müsrif bir padişah olarak tanınmasına rağmen, çok sade giyinir, sarayda terlik ve entari ile dolaşırdı. Babası öldüğü zaman dokuz yaşlarındaydı. Ancak ağabeyi Sultan Abdülmecid, onun eğitimine gerektiği gibi dikkat etti.
Sultan Abdülaziz, Osmanlı donanmasına ısmarlayacağı gemilerin plânını bizzat kendisi çizmişti. Ok atmayı, ata binmeyi, avlanmayı ve özellikle güreşmeyi çok severdi. Güçlü, kuvvetli ve pehlivan yapılıydı. En iyi pehlivanlarla güreşir ve sırtlarını yere getirirdi. 4 Haziran 1876 şehid edilmiştir.
Sultan Abdülaziz’in ayrıntılı hayat hikayesi...
SULTAN ABDULAZİZ (1861 -1876)
"Babası Sultan 2. Mahmûd, annesi büyük hayır ve hasenât sahibi Pertevniyal Sultan’dır. 1861 yılında tahta geçti. Saltanat müddeti 14 senedir. Zekî ve hamleci bir pâdişahtı. Kendisine küçük yaştan itibaren gâyet îtinâlı bir tahsîl yaptırılmıştı.
Sultan Abdülazîz’den evvel “Tanzîmat Fermânı” ile Batı hayranlığı yolu açılmış ve bu istikâmette atılan adımlar, halkın rûhunda devlete karşı ilk küskünlük tohumlarını filizlendirmeye başlamıştı. 2. Mahmûd ve halefi Abdülmecîd, Batı taklitçiliğine âlet olmuş, an’anevî ordu şeklimiz olan yeniçerilik ilgâ edilmiş, resmî cenâze merâsimleri bando-mızıkayla yapılmaya başlanmıştı. Milletin tab’ına zıt olan bu çeşitli ıslahat hareketleriyle devlet, tebaasına yabancılaşmış ve yapısını besleyen rûhâniyet ve mâneviyat dünyasından uzaklaşmaya başlamıştı.
Halk küskündü; devlet adamları da, Batı dünyasının gerçekleştirdiği terakkî karşısında şaşkın ve mütereddit bir hâldeydi. İslâm’ın düşmanları ise, Batı ile aramızda büyüyen terakkî mesâfesinin vebâlini, muazzez İslâm’a yüklemek için sinsi bir propaganda faâliyetine girişmişlerdi. Öyle ki, daha sonra şâir Ziyâ Paşa bu durumu, şu beyti ile ifâde edecekti:
İslâm imiş devlete pâbend-i terakkî,
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı!..
“Devletin terakkîsine engel ve ayakbağı İslâm imiş(!).. Eskiden beri İslâm’ın rûhundaki dinamizm, bir terakkî âmili olarak kabûl olunurken şimdi nasıl oldu da bunun aksine böyle bir rivâyet ve kanaat ortaya çıktı?..”
YEGANE ÇARE AVRUPALILAŞMAK MI?
Hâlbuki Avrupa’daki terakkî, Hıristiyanlığın veya ona dayanan usûl, erkân ve kültürün bir eseri değildi. Bu keyfiyet, Amerika’nın keşfedilmesi ve buradan büyük bir bâkir servet elde edilmesi, buharlı geminin îcâdıyla Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnu’ndan dolaşılması ve bu sûretle baharat, ipekli kumaşlar gibi uzakdoğu mallarının Batı’ya aktarılışıyla ticâret yollarının değişmiş bulunması ve bütün bunların neticesinde Avrupa’da bir “sanayi inkılâbı”nın yaşanması gibi büsbütün başka ve sırf iktisâdî olan sebeplerin eseriydi.
Hal böyleyken, düşmanlarımız iki âlem arasındaki farkı, yanlış bir te’vîl, tefsîr ve telkîn ile bizi kendi orijinal dünya görüşümüzden, ictimâî nizâmımızdan, tamamen İslâmî olan hayat üslûbumuzdan ve rûhânî hayatımızdan uzaklaştırmaya başladılar. Bu yanlış yolu, bize kasten doğru gösterip terakkî için yegâne çarenin Avrupalılaşmak olduğunu telkîn ettiler. Ne hazindir ki bu telkîn, başta devrin paşaları olmak üzere pâdişahları bile tesiri altına alacak kadar genişledi.
ASIRLARDIR MAĞLUBİYET GÖRMEMİŞ OSMANLI BU DÖNEMDE NASIL?
Diğer taraftan 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasıyla an’anevî ordu nizâmı bozulduğundan, iki yıl sonra Ruslar, on beş bin kişi gibi cüz’î bir kuvvetle Edirne’ye sarkabilmişlerdi. 1829 yılında Yunanistan’ın kuruluşu emr-i vâkîsi ile karşılaşılmıştı. 1832’de bir Osmanlı vâlisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ordusu, Kütahya’ya kadar gelebilmişti ve asırlardan beri mağlûbiyet görmemiş bir devlet olan Osmanlı, bu durum karşısında Rusya’dan yardım istemek mecbûriyetinde kalmıştı. Bütün bunlar da, millî gururu rencide etmiş, vicdanlar rahatsız olmuştu.
2. Mahmûd, devrinin gâilelerinden teessüre kapılmış, verem hastalığına yakalanmıştı. Cılız, hastalıklı ve Batı karşısında âciz bir pâdişahtı. Halefi Sultan Abdülmecîd de aynı Batı taklitçiliği yolunda yürümüştü."
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları